TÜRK TOPLUMU ÜZERİNE TEZLER

TÜRK TOPLUMU ÜZERİNE TEZLER

Kaotik bir huzurun hüküm sürdüğü Budist coğrafyalarda geçirdiğim dokuz yılın ardından, başka türlü bir kaosun yaşandığı memleket topraklarına geri döndüm. Bu vesile ile içinde doğup büyüdüğüm Türk toplumuna dair daha keskin gözlemler yapma şansım oldu. Bu seferki kaos; birbirini bir kaşık suda boğmak için fırsat kollayan, haset, hoşgörüsüz, güce tapan, gösteriş meraklısı bir toplumun öznesi olduğu sevimsiz bir kaostu. Bu foseptiğin içinde doğan insanların, mevcut durumdan zaman zaman şikayet etseler de realiteyi kanıksamış, hatta normalleştirmiş oluşu ilk gözüme çarpan nokta oldu. Başka kültürlerin içinde yaşamamış, başka evrenlerin varlığından habersiz milyonlar, mevcut kültürel normları ister istemez kanıksamış olarak yaşamlarına devam ediyorlar. Üstelik bu durum yalnızca muhafazakar %50 için değil, sekülerlik iddiasındaki öteki toplam için de geçerli.

Tarihte kurduğu 16 devletin hemen hepsinin yine diğer Türk boylarının doğrudan ve dolaylı etkisiyle yıkıldığı enteresan bir toplumdan bahsediyoruz. Birbiriyle uğraşmak Orta Asya’dan gelen ata sporumuz. Sadece Türkiye’de değil, en çok dayanışmaya ihtiyaç duyulan gurbette de Türk insanı birbirinin kuyusunu kazmak konusunda birinciliği başka milletlere bırakmaz. Yurtdışında yaşamış olanlar bilirler; İtalyanı, Fransızı, İsraillisi birbirlerinin dükkanından alışveriş yapar, genel olarak topluluklar birbirlerini desteklerler. O sırada Türkler birbirinin döner kebabını boklamakla meşguldür. Asla çevrelerinde kendilerinden daha başarılı, daha mutlu birilerini görmek istemezler. Sözde koyu milliyetçilikleri gerçek hayatta hükümsüzdür. Birbirlerini destekleyip yükselteceklerine, içinde yaşadıkları ülkede Türk insanının prestijini arttıracaklarına, kavga dövüşleri ile gündeme gelirler. Bu arada güçleri sadece birbirlerine yeter. Çabuk mafyalaşır, yalnızca gözlerine kestirdikleri ve kendilerinden daha güçsüz olanlara bulaşırlar. Türklerinkinden kat be kat daha tehlikeli olan Rus mafyası ve benzer mafyöz odaklara bulaşmamaya özen gösterirler. Güce tapınma, kendinden güçsüzü ezme hali, toksik erkekliğin yüceltildiği gayrı meşru dünyasında da hükmünü sürer.

OKUMAYA MESAFELİ SÖZEL KÜLTÜR TOPLUMU

Türkiye'de farklı siyasi kamplarda da olsa insanların kabul ettiği tek ortak gerçek, Türk toplumunun okuma yazmaya olan mesafesidir. Yine Orta Asya'ya gidelim. Türklerin tarihte bıraktığı ilk yazılı eser olan Orhun Anıtları'nın katibini bile Çin'den getirmişiz. Matbaanın batıdan Osmanlı'ya 200 yıl rötarlı gelişi ise hepimizin malumu... Bir toplumun tarih, bilim, edebiyat ve felsefede gelişmesi için yazılı kültür şarttır. Sözlü kültürde görünür, sınırları belirli bir dünya vardır. Yazılı kültür ise kavramları soyutlayarak sınırları kaldırır, yeni perspektiflere pencere açar. Türk toplumundaki bu yüzeysellik, yavanlık ve bilgiye karşı olan bu direniş, Orta Asya'dan bu yana sözel bir toplum olma döngüsünü kıramamaktan ötürüdür. Son iki yılda 1 milyon öğrenci, üniversite giriş sınavlarının ilk basamağını dahi geçemedi, 100 bin öğrenci sınavda sıfır çekti. Sınavlardaki başarısızlık son 20 yıldaki yanlış eğitim politikaları, ekonomi, beslenme yetersizliği gibi faktörlere bağlanabilir. Daha da acısı OECD verilerine göre Türkiye nüfusunun %40'ının okuduğunu anlama yeteneğine sahip olmayışıdır ki, bu veri toplumun manipülasyona ne kadar açık olduğunu gösteriyor. Bu konuda Hrant Dink cinayeti acı bir örnektir. Hrant ironik bir anlatım ile Türk düşmanlığından beslenen Ermeni milliyetçiliğini eleştirmiş, ancak okuduğunu anlamaktan aciz toplum ve siyasetçiler Hrant'a linç kampanyası başlatmıştı. Bu linç kampanyasının sonucu olarak faşist bir tetikçinin kurşunu ile can vermişti. Hrant katledildiğinde üniversite öğrencisiydim. Kampüsteki genel hava Hrant'ı savunmanın vatana ihanet olduğu yönündeydi. Çünkü okuduğunu anlamakta aciz, manipüle edilmiş yığınlar, üniversite sıralarını doldurmuştu. Türk toplumu okumamanın tabii bir sonucu olarak yazma eylemi ile de iştirak eden bir toplum değildir. İnternette herhangi bir konu araştıracak olduğunuzda, Türkçe kaynakların yetersizliği gözünüze çarpar. Yazılı kültür toplumu olan komşumuz Ruslarda ise, açtıkları forumlar, yazdıkları bloglar sayesinde, ihtiyacınız olabilecek birçok konuda hiç de fena sayılmayacak Rusça içeriklere ulaşabilirsiniz. Yani sadece profesyoneller değil, sıradan vatandaşlar da herhangi bir forumda söz hakkını kullanıp sayfalarca içerik yazabilmektedir. Moskova metrosunun uzun yürüyen merdivenlerinde bile elinden kitabı düşürmeyen bir toplumdan bahsediyoruz. İnternetin hayatımıza yeni yeni girdiği dönemde ICQ sohbet odalarının ¼’ü Türk kullanıcılar tarafından işgal edilmişti. Sözel kültür etkisindeki Türkler yeniliklere yoğun ilgi gösterseler de, teknolojiyi bilgiye ulaşmak için değil, sohbet odalarında lak lak edip partner aramak için kullanmıştır. Bugün ise bu teknoloji yerini akıllı telefonlardaki TikTok uygulamasına bırakmıştır. Nüfusun çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfı, Z kuşağı ve ev hanımları, zombiye dönmüş halde uygulamadaki 10-15 saniyelik akla zarar videolar ve canlı yayınları izleyerek tüm gününü öldürmektedir. Türkiye’de toplumsal dönüşüm isteyen her insan ve siyasi kurum, önce Türkçe TikTok içeriklerini ve yorumlarını takip edip, ondan sonra hedefleri üzerine bir daha düşünmelidir. Sözel toplum davranışına güncel bir örnek de Türklerin kripto para piyasası ile ilişkisi verilebilir. Kripto markette boğa sezonu olan 2020-2021 yıllarında birçok kalabalık üçüncü dünya ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de bir hype yaşandı ve memleketin bakkalı, manavı, berberi kripto paraları konuşmaya başladı. Azami bir teknik analiz (borsa grafikleri) ve temel analiz (piyasa takibi) birikimi gereken bu yenilikçi markete kulaktan dolma bilgilerle şuursuzca girip, birikimlerini kaybettiler. Aradan seneler geçmesine rağmen bu alanda hala bir gram ilerleme göremiyorum. Denemesi serbest; siz piyasa ile ilgili gerçekçi, verilere dayanan uyarılarda bulunduğunuzda hala sağdan soldan duyduğu yanlış bilgileri size satmaya kalkacaklardır. Çünkü okumak, araştırmak, kendini geliştirmek insanımızın fıtratında yoktur.

Z KUŞAĞI

Z kuşağı olarak adlandırılan, 1997'den sonra doğan jenerasyon, dünyada kendisinden önce gelen jenerasyonların ne olumlu ne de olumsuz yanlarını takip etmeyen, tamamen statükoya karşı duran, 0 kilometre bir nesil olarak bilinir. Aslında, dünyanın tam da ihtiyacı olan şey buydu. Ancak, bu nesil maalesef gözlerini AKP Türkiyesi'nde açtı ve tek parti, tek lider rejimi dışında bir düzende yaşayamadılar. Ekonomik, sosyal ve kültürel çöküş dönemine denk gelen Z'ler, eğitim politikalarının da en vasat olduğu bir dönemde okul hayatlarını tamamladılar. Dünyadaki sosyal medya bağımlılığı çağına denk gelmeleri de cabası. Sonuç olarak, Uykusuz, Penguen gibi 3. Nesil mizah dergilerinden bile haberi olmayan, Instagram ve TikTok'ta yaşayan ve tüm varoluşunu bu sosyal medya platformları üzerine inşa eden, bu bağımlılıklarının bir sonucu olarak dikkatlerini 15 saniyeden fazla bir süre odaklayamayan, e-sigaralarından ciğerlerine sürekli gliserin çekerek telefonda başkalarının hayatlarını izleyen vasat bir kuşak olarak karşımızdalar. Global bir dünya olan sosyal medyada yaşamalarına rağmen yabancı dile hakimiyet çok zayıf. Antalya gibi bir bölgede dahi yabancı turistler, bir haftalık tatillerinde doğru düzgün İngilizce konuşan bir Türk ile karşılaşamamalarından şikayetçiler. Avrupa'nın yanı başında bir ülke olarak yabancı dil konuşma oranımız Arap ülkelerinin epey gerisinde. Suriye iç savaşının başladığı ilk yıllarda, sokakta yaşayan Suriyeli çocukların İngilizce'ye olan hakimiyetine şahit olanlar benimle benzer kanıya varmışlardır.

Sanırım Z'lerin tek başardıkları şey kılık kıyafet devrimi. Metropollerin muhafazakar semtlerinde bile çırılçıplak dolaşabiliyorlar. Eski Türkiye'de kapalı annelerin kapalı kızları olurdu. Bugün kapalı hanımların yanında epey açık, fantezi kıyafetlerle dolaşan kızları ile karşılaşmak mümkün. Hatta Instagram fotoğraflarını bile annelerine çektiriyorlar. Biçimsel de olsa bir ilerleme olarak görüyorum.

Z kuşağı adına üzücü olan şey, ülkedeki ekonomik dar boğaz nedeniyle büyük hayaller kurmaktan yoksun olmaları. Özellikle Anadolu'da genç kızlar, 20 yaşında geleneksel kodları takip ederek söz, nişan, evlilik kıskacına girip çeyiz düzüyorlar. Batıdaki akranları gibi dünyayı gezmek, hobiler edinmek gibi hayalleri yok. Alım güçleri çok düşük olduğundan en büyük lüksleri kahve zincirlerinde küçük boy kahve siparişi vermek ve "story" paylaşmak.

Z kuşağını Türkiye'nin çok talihsiz bir dönemine denk gelmiş kayıp bir jenerasyon olarak görsem de, ardından gelen ve şu anda 10'lu yaşlarda olan "Alfa Kuşağı"ndan umudum var. Sokak röportajlarında anne babalarından mikrofonu alıp, ekonomi, siyaset gibi konularda onlardan daha akıllı yorumlar yapan küçük insanlar, geleceğin İndigo kuşağı olabilir mi, zaman gösterecek.

GÖSTERİŞ KÜLTÜRÜ

Bir az gelişmişlik göstergesi olan gösteriş kültürü, Türklerin Orta Asya bozkırlarından çıkıp Anadolu ve Ortadoğu'ya yayılıp burada yerleşik hayata geçmeleri ve İslam dininin kabulü ile Arap etkisine girmeleri sonucu bu günlere taşıdığımız bir özelliğimiz. Orta Asya steplerinin gösterişten uzak, asi kültürü yerini Arap çöllerinin şatafat ve gösteriş düşkünlüğüne bırakmıştır. Medeniyet yarışında hep gerilerden gelen, geç kalmışlık hissiyle yaşayan Türk toplumu, üzerinden bu avamlığını atamadı. Cumhuriyet projesi bu geç kalmışlığa son verme, batı medeniyeti ile aramızdaki açığı kapatma projesiydi. Maalesef tam anlamıyla başarıya ulaşamadı. Popüler bir örnek verecek olursak; Dilan Polat davası bu gösteriş kültürüne güzel bir örnek. Türlü gayri meşru işten voleyi vuran Dilan Polat, sosyal medyada servet pornografisi yaparak dikkatleri üzerine çekmesi üzerine yürütülen soruşturmalarda aile üyeleri ile birlikte tutuklandı. Sessiz sedasız işlerini yürütseydi muhtemelen belki hiç enselenmeyecekti. Sınırsız ve kolay kazanılan para, içindeki gösteriş merakını tetikledi ve kendi ile birlikte ailesini de yaktı. Siyasal İslam’ın iktidarda olduğu son yirmi küsur senede, iktidara yakın muhafazakar kesim hızlı bir şekilde zenginleşti. 90’larda Ümraniye’de annesinin paltosunu tutarak yürüyen türbanlı bacılarımız, kocişlerinin aldığı ihalelerle parayı bulup yürüdüler. Bugün altın varaklı koltukların olduğu salonlarda günler, sünnet düğünleri, baby shower vb. türlü eğlenceler organize edip,videolarıyla internette seküler kesimin eğlencesi haline geliyorlar. Gösteriş kültürünün öne çıktığı diğer bir yer de trafik. Resmi hiçbir görevi olmamasına rağmen iktidara yakın nüfuzlu kişiler yasadışı bir şekilde çakarlı araçları ile hem caka satıp hem de geçiş önceliği kazanıyorlar. Trafik canavarı olarak aramızda dolaşan araçlar genelde Audi, Volvo, Mercedes gibi lüks araçlar. Bu araçları alacak refaha sahip kesimler, trafikte de kendi hiyerarşilerini kurmaya çalışıp, trafikte diğer araçlara zorbalık yapıyorlar.

İŞ HAYATI

Ucuz iş gücü pazarı olan Türkiye, insan odaklı olmayan vahşi kapitalizmin yaşandığı bir ülke. Buna ek olarak iş hayatı, Türk insanının tüm toksik yönlerini gözlemleyebileceğiniz bir alan. Zaten sistemsel olarak düşük ücretle, güvencesiz, türlü hak gaspları ve sömürü altında çalışan mavi yakalı ve beyaz yakalı işçiler, bir de otoriteyi ele geçirdiği anda tüm kompleksini çevresindekilere kusan problemli yöneticiler ve bu otorite karşısında boyun eğip birbirleriyle uğraşan pasif agresif mesai arkadaşları ile yüzleşmek zorundalar. Yabancılarla çalışanlar bilirler. Yabancı yöneticiler iş odaklıdır ve çalışanların mutlu oldukları takdirde verimlerinin artacağı gibi basit bir kuralı içselleştirmişlerdir. Bu yüzden üzerlerine vazife olmayan konulara karışmaz, çalışana saygı gösterip belirli bir mesafede dururlar. Türkiye’deki insan tipi bu profesyonelliği reddeder. Duygusal, kırılgan ve sınırlarını bilmeyen Türk tipi yöneticiler, çalışanlara eziyet olmayı bir görev bilirler. Genel olarak mutsuz ve gergin olan ve çevresinde mutlu insan görmeye tahammül edemeyen Türk insanı, iş hayatında otoriteyi ele geçirdiği anda çalışanlar adına işleri zorlaştırmaktan keyif duyar. Sadizm Türk iş hayatının baskın yönlerinden biridir.

SİYASET VE TÜRKİYE SOLU

Türk toplumundaki itaat kültürü, Asya bozkır ortamının doğal bir sonucuydu. Askerileşmiş Türk boylarına, barbarlık ve savaş çağlarında hayatta kalmak için avantaj sağlamış bu özellik, demokrasi ve çok sesliliğin öne çıktığı modern çağda üzerimizden atamadığımız ilkel bir yön olarak varlığını sürdürüyor. Türkiye’de toplumun son 22 yıldır tüm yaşananlara rağmen neden aynı lideri seçtiği, lider ile arasında nasıl bir bağ kurup neden itaat ettiği muhtemelen Erdoğan sonrası da sosyologlar, psikologlar tarafından tartışılacak. O yüzden bu konuya hiç girmeyelim. Marksist fikriyatın ülkemizde eşsiz katkılar sunmuş Yalçın Küçük’ün hafızamda kalan çok önemli bir sözü var: “Anarşist damarı olmayan, reddetmeyi bilmeyen bir toplumda sosyalizmi inşa etmeye çalışıyoruz”. Evet, yanlış da yapsa otoriteye, babaya, devlet babaya itaat, alnımıza kazınmış bir Asya bozkır kültürü geleneği. Evde baba dayağı ve azarı, okulda öğretmen korkusu, sokakta devlet korkusuna boyun eğmiş bireyler, tüm söz hakkı ellerinden alınmışçasına duygularını, isyanlarını muhataplarının yüzüne açıkça ifade etmekten acizdirler. Bu baskı ortamı Türk toplumunun genelinde pasif agresif kişilik bozukluğu geliştirmiştir. Bireyler hasmının çayına tükürür, arkasından konuşur, yalnızca linç ortamlarında ortaya çıkarak hasmına öfkesini kusar. Bu yüzden coğrafyamızda düello değil, linç kültürü hakimdir.

Lider kültü ile kadınlar arasında daha da farklı Freudyen bir ilişki olduğu kanısındayım. Başı açık, modern bir hayat yaşayıp Erdoğan’a hayranlık duyan kadınların sayısı toplumda hiç de az değil (Kendi mahallesinin dışına çıkmayan Türkiye’nin seküler kesimi için bu insanlar görünmezdir). Erdoğan her ne kadar onların yaşam tarzını tasvip etmese de, uzun süre Türkiye gibi önemli bir ülkede iktidarı elinde tutuyor olmak, reisi kadınların gözünde çekici bir erk, iktidar sembolü haline getirmiştir. Aynı şey karşı cephe için de geçerlidir. Son dönemde sosyal medyada AI (Yapay Zeka) teknolojisi kullanarak Atatürk resmi ile kendilerini yan yana koyan kadınlarımız, Atatürk’ü milli duygulardan ziyade erke yakın durarak, ondan güç aldıkları cinsel bir simge haline getirmişlerdir. Hristiyan batı toplumunda İsa’nın kadınlar için aynı zamanda bir sex sembolü olması tartışması da aynı yere dayanıyor.

Gelelim Türkiye’deki sol siyasete… 20 senelik bir aranın ardından 2023 genel seçimleri öncesi son kez sahalara döndüm. Sahada gözlemlediğim şey şuydu; Antalya gibi turizmin başkenti olan, muhalefetin güçlü olduğu bir şehirde bile toplumun vasatlığı içler acısı. Seçim öncesinin politize ortamında, üyesi olduğum partinin önlükleri ile birkaç kez bildiri dağıtımına katıldım. İlgilenen, karşısındaki ile göz kontağı kuran, saygı duyan, teşekkür eden nazik insanların sayısı nüfusun toplamına göre sadece %5. Geriye kalan %95’i en basit anlatımıyla HÖDÜK. Antalya böyle ise iç Anadolu’yu düşünemiyorum bile. Bu manzarada iktidar partisinin girdiği her seçimi kazanmış olması şaşırtıcı değil.

Sol’un durumu ise içler acısı, 20 yıl önce bıraktığım yerdeler. Yapay Zeka’nın yavaş yavaş hayatımıza girmeye başladığı, dünyada robot teknolojileri ve kuantum bilgisayarların tartışıldığı bir dönemde hala Şeyh Bedreddin anması yapıp, halay çekerek “Dersim mi Tunceli mi denmeli?” tartışmaları yapıyorlar. Toplumun en aydın ve ilerici olması gereken kesimi olan solcular bu statik yönleri sebebiyle günümüze hitap edemiyorlar. Sözel kültür bu topluluk içinde de etkisini gösteriyor. Sol, tek yönlü ve yetersiz okuma sebebiyle Marksist teoriye dahi hakim olmayan, aynı 100 kelimelik retorik ile hayattaki her şeyi açıklamaya çalışan yarı entelektüeller çöplüğü gibi. Geçmişte mitinglerde dikkatimi çeken şey; kimsenin kürsüde söz alan kişiyi dinlememesiydi. Kürsüdeki konuşmacı neden o meydanda bir araya gelindiğini anlatırken slogan atıp, halay çekmekte bir beis görmüyorlar. Solculuk Türkiye’de sınıfsal bir mücadeleden ziyade duygusal motivasyonlarla verilen bir kimlik mücadelesine dönüşmüş durumda.

Toplumdaki genel hasetlik, sol içindeki tartışmalara da nüksetmiş. Eğer bir sol parti ezber bozup farklı stratejilerle topluma hitap etmeye başlıyorsa, diğer sol siyasetler yapıcı olmayan türlü iftira ve ithamlarla o partiyi aşağı çekmeye çalışıyorlar. Bunun dışında partilerin kendi içlerinde, lideri eleştiren veya farklı bakış açısına ve yaşam biçimine sahip kişiler aynı partinin üyeleri tarafından kolayca ötekileştirilip hedef tahtası haline getiriliyorlar. Ülkede legal sol siyaset, sağ partilerdeki gibi ayak oyunları ile koltuk ve mevki hırsı arasına sıkışmış durumda. Ülkenin insan kumaşı maalesef bu şekilde; sokaktaki toksik yapı sol partilerde de varlığını hissettiriyor.

Solun diğer bir handikapı, 80 öncesinden beri üzerinden atamadığı ahlakçılığı. Özel hayatında gayet liberal yaşayan bireyler, parti binasına girdiklerinde ilginç bir şekilde toplumdaki tabulara, İç Anadolu’nun sünni ahlakçılığından devşirme yapay bir sol ahlak anlayışına tutunuyorlar. Sol siyaset içindeki toksik bireylerin, birbirlerinin kuyusunu kazmak için başvurdukları ilk şey ahlak üzerinden atılan iftiralar. Hele ki bu iftirayı atan kadın ise, hali hazırda feminizmin esareti altındaki partiler sorgusuz sualsiz bu ithamları esas alıp üyelerini linç ediyorlar. Sol partiler, azımsanmayacak oranda üyesini ahlak meselesinin çarpık bir şekilde ele alınışı sebebiyle uzaklaştırıyor.

Yabancı dil bilmeyen, farklı kaynaklardan araştırma yapmayan Türk solcusu, hala 70’lerin Sovyet ve Çin ekolünün peşinden giderek, Stalin gibi liderleri putlaştırıyor. Erdoğan’ı diktatörlükle eleştiren solcular, ‘36 yargılamaları ile en kıymetli Bolşevik kadroları, askerleri, sanatçı ve edebiyatçıları türlü iftira, tehdit ve işkence altında yalan iftiralarda bulunmaya zorlayıp yok eden, tarih kitaplarından silen Stalin’e övgüler düzebiliyorlar. Hele toplum mühendisliği yapma heveslisi fanatik bazı fraksiyonların, ülkede iktidarı ele geçirdikleri takdirde bir Pol Pot/Kızıl Khmer rejimi kuracakları şüphesiz.

Ülkedeki ana muhalefetin tabanı olan “Atatürk sevdalıları” da, tıpkı dinci cemaatler ve cemaate dönüşen sol partiler gibi tarikatçılara benziyorlar. Kurucu lider ve kuruluş yıllarına dair kulaktan dolma, yüzeysel bilgilerle, tıpkı cemaatçi insan tipinde olduğu gibi bilgiye kapalı yaşıyorlar (Yılmaz Özdil  sebep/sonuç diyalektiğinden uzak popülist yazılarıyla bu topluluğun fikri liderliğini yapıyor). Ayrıca sosyal demokrat sayılan bu kitlenin son derece şovenist ve homofobik olduğu bir sır değil. İzmir’de yapılan bir sokak röportajında, CHP'li teyzelere yöneltilen “eşcinsel bir komşu ister miydiniz?” sorusuna verdikleri cevapları YouTube'dan izleyebilirsiniz.

Siyasi hayatta kendini gösteren fanatizm, kadın hareketinde de etkisini gösteriyor. Eşit haklar için yüz yıllık mücadele geçmişi olan feminist hareket bugün, yalnızca Türkiye’de değil, batıda da “Üçüncü Dalga Feminizm” denen, cinsiyetçi, nefret söylemi geliştiren liberal bir ucubeye dönüşmüş durumda. LGBT ve Queer bireylerin mücadelesi ile birleşen feminizmin gündemi, abartılı cinsel kimlik tartışmalarıyla meşgul. Ülkemizde yakıcı bir sorun olan ev içi şiddet ve erkek şiddetini bahane ederek, cinsiyetçi bir erkek karşıtı söyleme tutunmuş durumdalar. Patriyarkal rejimde avantajlı olan kesimin bir avuç zengin, beyaz erkek olduğu gerçeğini göz ardı ederek, salt sokakta tacize uğramadıkları gerçeği üzerinden tüm erkek bireyleri avantajlı kesim olarak görüp, toplumdaki şiddetin ve tüm kötülüklerin sorumlusu olarak erkekleri hedef gösteriyorlar. Hatta 8 Mart yürüyüşlerine erkekleri istememelerinin sebebini, kadınların örgütlü gücünün potansiyelini ortaya çıkartmak değil, erkekleri potansiyel tacizci olarak görmeleri olarak ifade ediyorlar. Öyle ki, Muğla’da bir çete ile birlikte çalışıp, ağına düşürdüğü erkekleri ilaçla uyutup, tecavüze uğrarken fotoğraflarını çekip, bu görüntüler üzerinden yaptığı şantajla zengin olan ve daha sonra kurbanlarından biri tarafından öldürülen şeytani bir kadının fotoğrafını taşıyıp, kadın hareketinin sembollerinden biri yapmakta bir beis görmüyorlar.

Bu kadar yozlaşmış bir toplumda şiddetin sorumlusunu tek bir cinsiyetin üzerine yıkmak, nereden baksanız fanatizm. . Bu fanatik bakış açısıyla, hali hazırda evde baba, abi, akraba zorbalığına, sokakta ise tacize maruz kalan genç kadınları manipüle edip, birer erkek düşmanı haline getiriyorlar.  Feminist hareket bugün solu öyle boyunduruğu altına almış ki, sosyalist bir partinin bıyıklı lideri bile, partideki baskın feminizm yüzünden 30 yıllık söylemini değiştirip, ekranlarda işçi sınıfının yegane düşmanı olan tekelci kapitalizmi, “erkek rejim” şeklinde tanımlayıp kendini komik duruma düşürüyor.

KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ VE CİNSEL DEVRİM

Dünyada cinsel devrimin fitili, 50’lerin Amerika’sında Beat kuşağı tarafından Jazz müzik ve drug kültürü eşliğinde ateşlendi. 60’ların sonunda, İkinci Dünya Savaşı sonrası başlayan soğuk savaş ile doğu bloğuna savaş açıp başta Vietnam olmak üzere üçüncü dünyanın kızıl cephelerine asker gönderen Amerika’da, “Savaşma Seviş” sloganı ile savaş karşıtı hareketle birleşip daha da görünür hale geldi. Türkiye’de ise cinsellik, sinemanın durgunluk dönemi olan 70’lerde Yeşilçam’ın erotik film furyası ile etkisini gösterdi. 12 Eylül faşizmi ile duraklamaya uğrayan değişim rüzgarları, 90’larda Özal Türkiye’sinin Amerikanlaştırma politikaları ve Cem Uzan’ın özel TV kanallarındaki kırmızı noktalı yayınlar ve popüler kültürde cinselliğin öne çıkması ile yeniden gündeme geldi. 2000’lerde AKP Türkiye’sinin muhafazakar politikaları ile tekrardan sekteye uğrayan cinselliğin görünürlüğü, dünyayı global bir köy haline getiren sosyal medya (özellikle Instagram ve Tiktok) ve bu sanal mecraya bağımlı yaşayan Z kuşağı sayesinde yeniden Türkiye’nin gündeminde. New Jersey ve Urfa’daki bir gencin ekranda aynı görselleri kaydırıyor oluşu giderek dünya üzerindeki kültürler arası farkı azaltıyor. Bu bağlamda Z kuşağının, Atatürk’ün bile başarmakta zorlandığı kılık kıyafet devrimini sessiz sedasız gerçekleştirmiş olması ilginç bir anekdot. Ancak Z’leri yetiştiren ebeveynlerin, muhafazakar Boomer kuşağının yetiştirdiği X ve Y kuşağı olduğunu unutmayalım. Metropollerde cinsellik bugün daha rahat yaşanıyor, konuşulabiliyor olsa da Anadolu halen bu gündeme kapalı. Cinsellik toplumun en seküler gibi görünen kesimlerinde bile hala bir tabu. Türkiye solunun cinsellikle imtihanını ise zaten önceki paragraflarda açıkladım. Cinsel devrimin önemi zaman zaman sol-liberal aydınlar tarafından gündeme getirilse de, toplumun ilerici kesimleri tarafından hafife alınan bir konu. Freud’a göre cinsel tatmin eksikliği, psikolojik sorunların büyük bir kısmını açıklamak için yeterli. Freud’un öğrencisi Wilhelm Reich ise hocasının tezlerini daha da ileri götürerek; cinsel olarak tatmin olmuş kişilerin faşizm, şiddet, kibir ve tüm kötülüklerden uzak duracağını savunuyor. Faşizm, şiddet ve kibir… Türk toplumuna uzaktan baktığımızda öfkenin, hoşgörüsüzlüğün, trafikteki agresifliğin, eğlence mekanlarında çıkan kavgaların, suratı asık kasiyerlerin, asansörde suratı beş karış selam vermeyen insanların, metrobüste zombiye dönmüş ifadelerin, nezaketi zayıflık olarak algılayan kadın-erkek modellerinin hepsinin temelinde bu cinsel tatmin eksikliğinin olduğuna şüphe yok.

Bugüne kadar dünyanın çeşitli bölgelerinden, örneğin Rusya, Küba, Brezilya, Gürcistan gibi ülkelerden dans ekiplerinin sahne şovlarını izledim. Dansçı kızlar sahnede ışıklarını saçmak için gülümserler. Bu bir tek Türkiye’de farklıdır. Zaman zaman turistlerin de dikkatini çeken şey, Türk dansçı kızların sahnede dahi somurtmalarıdır. Annelerinden kendilerine geçen derin mutsuzluk durumu ve cinsel tatmin eksikliği Türk kızlarının dünyada asık suratlı olarak tanınmalarına sebep oldu (bana inanmayanlar bunu Türkiye’de yaşamış yabancı arkadaşlarına sorup test edebilirler). Bu derin mutsuzluğun üzerine eklenen özgüven eksikliği, sosyal medyayı kadınlar açısından bir et pazarına dönüştürmüş durumda. Bu hayatta sosyal, ticari, akademik, sanatsal hiçbir başarı gösterememiş genç kadınlar, varoluşlarını genellikle cinsel çağrışım yapan uzuvları (genelde kalçaları) üzerine inşa etmişlercesine sosyal medyada boy gösteriyorlar (fitness salonlarını doldurup bölgesel çalışma yapmalarının sebebi de büyük ölçüde budur). Her fırsatta bu bölgeyi ön plana çıkartarak, postlarına gelen beğenilerle dopamin salgılayıp mutlu oluyorlar. Telefonu ellerinden düşürmemelerinin altında yatan şey sosyal medyanın yarattığı bu dopamin bağımlılığıdır.

Batı bu meseleleri çözeli çok oldu, doğunun muhafazakar toplumları ise cinselliği kamudan uzak tutmalarına rağmen doğal bir dürtü olarak kabul edip, kendi kültürel kodlarıyla genç yaşta evliliği teşvik ederek meseleyi çözme yoluna gidiyor. Doğulu mu batılı mı olduğuna karar verememiş Türk toplumuysa, bu arada kalmışlığın, kimliksizliğin hezeyanlarını yaşıyor. En çok vajinismus sorunu yaşayanların kırsaldaki kadın nüfusu değil de şehirli, eğitimli kadınlar olması epey düşündürücü. Toplumdaki cinsel açlığı ifade etmek için “Türkiye cinselliğin Afrikası’dır” diye komik bir deyiş kullanılır. Artık sosyal medya ve dating uygulamaları sayesinde, geçmişte kadın erkek arasında daha utangaçça yürütülen iletişim ve flörtleşme, yerini herkesin dilediğine mesaj atabildiği kaotik bir ortama bıraktı. Erkeklerin karşı cinse fütursuzca dm’den yürüdüğü bir ortamda ortaya çıkan yoğun talep ve ilgi, kadınların ayarlarını tamamen bozdu. Bu ilgi ile baş edebilmek, kof bir kibre kapılmamak için insanın kendisini çok iyi yetiştirmiş olması gerekir. Toplumun entelektüel durumunu dikkate alırsak, kadınların ezici çoğunluğu bu “challenge” ile baş edebilecek altyapıya sahip değil. Bu sebeple ülkede kadınların çoğunluğu maalesef  “God Complex (Tanrı Kompleksi)” yaşıyorlar. Salt karşı cinsin ilgisine dayalı şişirilmiş egoları, kendilerini ayrıcalıklı, fikirlerini ise tartışılmaz görmelerine yol açıyor. Dış görünüşlerini abartma, gerçeklikten koparak kendilerini olduğundan kusursuz görme eğilimindeler. Yapıcı da olsa eleştiriye tamamen kapalılar, tenkit karşısında ise oldukça kırılganlar. Etraflarındaki erkekler onların gözünde birer “sağlayıcı”dırlar. Kendilerini bir ödül olarak görüp, cinselliği koşullu olarak karşı tarafa sunarlar. Karşı cinsle iletişim tamamen bir ego savaşıdır, iltifatı karşı taraftan bekleyip asla kendileri iltifat etmezler. Bunu kendileri için küçük düşürücü görürler. Instagram’da bol takipçili kadın profillerine baktığınızda, kendilerini yarı tanrıça gibi sunmaya çalıştıkları pozlar dikkatinizi çekecektir. Bu kişilikleri yakından tanımıyor olsanız bile kriminoloji yaparak profil fotoğrafları, notlar, dövmeler gibi detaylardan profilleri hakkında bilgi sahibi olabilirsiniz. Bu gibi işaretler Tanrı Kompleksi'nin sinyalleridir.

Özetle cinsellik, Türk toplumunun acilen çözmesi gereken sorunlarından biridir. Ülkede cinsel devrim yaşanmadan inşa edilecek her türden sosyal ve politik düzen eksik ve sorunlu kalacaktır.

AKADEMİ

Akademiler, toplumların çürüme ve ülkelerin çöküş dönemlerinde bile ayakta kalabilen entelektüel kalelerdir. Rejimler değişse de akademiler, bilimsel özerkliklerini korurlar. Ne İngiltere kralı onlara müdahale edebilmiştir, ne Bolşevik devriminde, ne de Yeni Türk Cumhuriyeti kurulurken ilkelerinden vazgeçmiş, kurulu iktidara muhalefet etmekten geri durmuşlardır. Türkiye’de ise akademinin durumu içler acısıdır. 12 Eylül faşizmi yaklaşık 12.000 akademisyeni üniversitelerden uzaklaştırıp üniversitelerin içini boşaltmıştır. Bugün derslerinize giren örümcek beyinli, yetersiz akademisyenler hep o dönem solcuların yerine üniversitelere sokulan kadrolardır. O kadrolar kendileri gibi suya sabuna dokunmayan, bilimsel etikle yakından uzaktan alakası bulunmayan, akademik olarak ise yetersiz kadrolar yetiştirmişlerdir. AKP Türkiye’sinde ise torpil, kadrolaşma, cemaatleşme ve liyakatsızlık üniversiteleri sarmış durumdadır. Bugün uluslararası bir makale yazabilmiş akademisyenlerin oranı yalnızca %7’dir. Doğru Türkçe dilbilgisi kullanımı akademisyenler arasında bile yerlerde. Akademi bu durumdayken yüz binlerce takipçiye seslenen influencer’lardan doğru Türkçe kullanımı beklemek yersiz. Sistemsel sorunların yanı sıra akademi camiasında, sokakta olduğu gibi kibir, kompleks ve hasetlik ön plandadır. İşini hakkıyla yapan ve haksızlıklara karşı sesini yükselten  kadrolar her yerde olduğu gibi bu alanda da sevilmezler.

Akademisyenin biri ile aramda geçen kısa bir anıyı anlatayım. Bu sitede de yayınlamış olduğum Vietnam üzerine yazdığım blogumu bitirdikten sonra yazımı, Vietnam üniversitelerinde çalışan Türk bir akademisyene maille ulaştırdım. Cevap mailinde önce blogumu hiç okumadan “gezi blogu” olarak nitelendirerek küçümsemiş (gezi blogu değil, bir senede hazırladığım bir araştırma yazısıydı). Sonra da Vietnam üzerine kendi çıkartacağı yeni kitabın bol bol reklamını yapmış. Yayınlayacağı kitapta benim yazımdan araklama yaparsa şaşırmam. Buyrun size Türk akademisyenlerinin mevcut durumu.

DOSTLUK İLİŞKİLERİ

Türk insanındaki bilgiye karşı olma, gerçeklikten kaçma eğilimi dostluk ilişkilerine de yansıyor. Kendini her tartışmada haklı görme, özeleştiri yapamama gibi narsist eğilimler her insanda az ya da çok bulunur. İnsanımıza bir Avrupalı gibi lafı dolandırmadan doğrudan eleştiri yaptığınızda, bunu samimi, dostça bir uyarı olarak değil ofansif bir tavır olarak algılıyorlar. Eleştirileri dikkatle dinleyip, yanlışlar üzerine kafa yormak Türk insanına epeyce uzak. Eleştiri karşısında aşırı kırılganlar. Dostluk anlayışları birbirini pohpohlamak ve iyi hissettirmekten ibaret. Eleştiriyi yıkıcı bir faaliyet olarak görmek sadece dostluk ilişkilerinde değil siyaset hayatında da geçerli. Yine denemek isteyenler bir siyasi partiye üye olup, partide sözü geçen kişileri eleştirmeye kalksınlar. Adım adım tasfiye edileceklerini göreceklerdir.

SONUÇ

Türk toplumu tarih boyunca medeniyet yarışında geride kalmış bir toplumdur. Almanlar ve Ruslar geçtiğimiz yüzyılda moderniyete geç kalmanın sonucu olan sosyal-kültürel açığı kapatmayı başarabildiler. Cumhuriyetimiz tam da bu farkı kapatabilme hamlesiydi. Bağımsız politikalar geliştiremeyip, güç odaklarının etkisine kolayca giren ülkemizde, atılmaya çalışılan medeniyet hamleleri baltalandı. Ayrıca Orta Asya göçebe toplumunda sahip olduğumuz, kadının topluluktaki gücü gibi olumlu yanlarımızı yerleşik tarım toplumuna geçilmesi, akabinde Araplaştırma/ İslamlaştırma politikaları nedeniyle günümüze kadar taşıyamadık. Bugün okuma yazma oranları yüksek olsa da, sözlü kültüre ait zihinsel işleyişten kurtulamayan toplumumuz, özgün uygarlık girişimlerine değer vermeyen, ilkel, hemşerici, mafyöz yapılanmalara eğilimli, siyasal tercihlerini de bu eğilim üzerinden yapan, sosyal çürümenin etkisinde vasat  bir toplumdur. Bu değerlendirmelerim sadece muhafazakar yaşayan, iktidar etrafında kümelenmiş %50 için değil, onun izdüşümü olan öteki %50 için de geçerlidir. Mevcut siyasal yapı ise, adeta bu ülkeye karmasını yaşatmak için gönderilmiş ilahi bir ceza gibidir.

 

 

Kaynak : Türk Grup Davranışı / Erol GÖKA ( Sözel Kültür tespiti yazara aittir.)

 

 

Yorumlar

img
Site Logo

"Planlarını gece gibi sakla, vurduğunda yıldırım gibi çarp". Sun Tzu

İletişim Bilgileri

Hanoi Opera House Hanoi

sputnik.erkan@gmail.com